Arapça bir sözcük olan kâfir sözü, dinsel terminolojideki anlamıyla “inkârcı“ demektir. Bununla kastedilen “İSLAM DIŞI OLMA” durumudur. “Küfr” ve “kefir” kökünden türeyen sözcüklerin Kur’an’daki kullanım sayısı 550 dolayındadır. Bunların en büyük bölümü “küfre saptı – saptılar” anlamında fiildir. Bu kullanımı 130 küsurla tekil ve çoğul halde kâfir ( küfre sapan ) sözcüğü takip eder.
Kâfir kavramının Kuran’da ilk geçtiği yer, vahiy düzenine göre, 74. Kur’an Bölümü olan Bürünüp Sarınan Bölümü’nün 10. Sözü / Müddessir Suresinin 10. Ayetidir.
Bundan önce Kur’an’dan sadece Göze Bölümünün / Alak Suresinin ilk beş sözü / ayeti vahiy olunmuştu. Bu açıdan kâfir kelimesinin anlamı, daha sonra İslam bilginlerince sınırlanmış ve basitleştirilmiş “inançsız”, “inkârcı” gibi anlamlardan çok daha geniştir. Kur’an’daki kullanımında kâfir, gerçeği inkâr eden veya kabul etmeye yanaşmayan kimseyi anlatır. Kendi kişisel bilgi ve yargılarını tek gerçek olarak sayıp, hiç eleştiri ve araştırma yapmadan, başkasını veya başkalarını suçlayana kâfir denilir.
Aslında kâfir sözcüğü; gizlemek, saklamak anlamlarına gelen (k – f – r) kökünden gelir. Sözlük anlamıyla, tohumları toprağın altına gizlemesi sebebiyle bu sözcük, Arapçada çiftçi için de kullanılmıştır. Kişileri örtüp gizlediği için geceye, yıldızları örtüp gizlediği için Güneşe, Güneşi örttükleri için bulutlara eski Arapçada kâfir (örtüp gizleyen) denilirdi.
Bu sözcük Kur’an’da sadece dinsel anlamıyla kullanılmamıştır. Sözgelimi, çiftçi anlamına gelmek üzere kâfir sözcüğünün çoğulu olan küffar kelimesi Fetih suresinin son ayetinde kullanılmaktadır. (1)
Kur’an’da küfürden türeyen tüm sözcüklerde bu örtmek anlamı devinim noktasıdır. Nitekim Kur’an’da günahı örtüp kapatan şey ve davranış anlamında kefaret ve günahı kapatmak anlamında tekfir sözcükleri de kullanılmaktadır. (2)
Kâfir, küfür işleyendir. Küfür ise, İslam’ın amentüsünü oluşturan ve İslam itikadının temeli sayılan (Ortodoks İslam’a göre imanın altı şartı olarak da anılan) ilkelerden birini çiğnemek, kabul etmemek veya inanmamak anlamındadır.
(Bir insanın kâfir olması, Müslümanların onunla ilişkileri açısından bazı sonuçlar doğurur. Sözgelimi, egemen İslam hukukuna göre, bir Müslüman ile bir kâfir birbirlerine mirasçı olamazlar. Yine egemen dinsel anlayışa göre Müslüman kadınlar kâfir erkeklerle evlenemezler. Biz bu iki konuda da farklı düşünüyoruz.)
Kimin kâfir olacağı ya da olduğu konusunda İslam mezhepleri arasında şiddetli tartışmalar olagelmiştir. Bunların başlıca nedeni imanın farklı mezheplerce farklı şekilde tarif edilmiş olmasıdır. Bu nedenle Mümin ile kâfir tanımları çeşitlilik gösterir. Sünnilerin çoğunluğunun bağlı bulunduğu Eş’ari ve Matûrîdî mezheplerinde iman, özde kalbin tasdiki olarak kabul edilir. Buradan hareketle bu mezhepler, kalben tasdik edilmesi gereken itikadî unsurları tasdik etmeyen, yani bunları bütünüyle veya kısmen reddeden kişiyi kâfir olarak tanımlamışlardır.
Bununla birlikte bu mezhepler içerisinde de ayrıntılarda farklılık görülebilmektedir.
Kalbin tasdikinin yanı sıra dilin ikrarını, yani imanını diliyle belirtmeyi de içeren iman tariflerine göre bu her iki şarttan birini yerine getirmeyen kişi kâfir olarak tarif edilir. Yani eğer dili ile kabul eder kalbi ile tasdik etmezse veya tersi şekilde dili ile inkâr eder kalbi ile tasdik ederse kafir olur. Ameli de imanın bir parçası sayan tariflerde ise iman üç bölümden oluştuğu için bu üç bölümden birinin terki küfre yol açar ve kişi kâfir olur. Bununla birlikte bu iman tarifini kabul eden Selefîler kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmesine rağmen, ibadeti ret değil de tembellik sebebiyle terk eden kişinin kâfir olmayacağı kanaatindedir. Küfür konusundaki görüşlerin en katısı Haricilerindir ve bu gruba göre herhangi bir ibadetin – nafile/sünnet ibadetler dâhil – terki küfürdür ve dolayısıyla fail / terk eden kâfirdir.
Ayrıca kendileri için kâfir teriminin kullanılabileceği gruplar ve bireyler de tartışma konusu olagelmiştir. Sözgelimi, Hıristiyan ve Musevilerin Ehlikitap olmalarına rağmen kâfir olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı tartışma konusu olmuştur. Küfür olan eylemlerin çeşitliliği sebebiyle küfür kavramı da çeşitlere ayrılmıştır ve farklı fakihler, farklı küfür tiplerini işleyen farklı kâfirlere ilişkin farklı karar ve görüşler ortaya koymuştur.
Küfür yani kâfirlik kavramının karşıt anlamlısı imandır. Türkçe karşılığı inanç olan iman sözcüğünün İslamî ekoller açısından irdelenmesi kâfir kavramının anlaşılması için zorunludur. Ancak bu noktada ilginç bir örnek oluşturması açısından Musevilik ve Hıristiyanlıktaki iman ilkelerini sunmak istiyorum. Bunun, egemen İslam’daki iman ilkelerinin teolojik zemininin daha iyi anlaşılması için son derece faydalı olacağı kanısındayım.
Öncelikle Musevilikteki inanç ilkelerine bakalım. Her dinde olduğu gibi Musevilikte de iman esasları vardır. Bunlara İbranicede “Emunot” adı verilir.
Museviliğin amentüsü olan bu 13 Emunot şunlardır:
Hıristiyanlıkta ise Katolik Kilisesine göre iman ilkeleri şöyledir:
“Tek Tanrı’ya, her şeye gücü yeter Peder’e, gök ile yeryüzünü yaratana ve onun biricik oğlu, efendimiz İsa Mesih’e, Kutsal Ruh’tan beden alarak bakire Meryem’den doğduğuna, Pontuslu Pilatus zamanında azap çektiğine, Haça gerilerek ölüp gömüldüğüne, Araf’a indiğine, üçüncü gün dirildiğine, göğe çıktığına, gücü her şeye yeten Baba Allah’ın sağında oturduğuna, oradan gelip dirilerle ölüleri yargılayacağına, Kutsal Ruh’un varlığına, Kutsal Evrensel Kiliseye, Azizlerin birliğine, günahların bağışlanmasına, bedenin dirilmesine ve sonsuz yaşama iman ederim.”
Ortodoks / egemen İslam inancının inançsal ilke ve görüşleri ile Museviliğin iman esasları büyük benzerlik taşımaktadır.
Tanrı’nın tekliği, eşsizliği, bedensizliği, benzersizliği inancı ile Tevrat’ın değişmez ve değiştirilemezliği ve Musa’nın en büyük peygamber olduğu inancı ile İslam’daki “Tevhid İnancı”, “Kur’an’ın değişmez ve değiştirilemezliği ve Hazreti Muhammed’in en büyük ve son peygamber olduğu itikadı” ne denli birbirine benziyor. Öte yandan egemen İslam’daki kader inancı ile Musevilikteki 10. iman ilkesi de neredeyse aynıdır.
Musevilikteki Musa, Tevrat ve Tanrı düşüncesi Ortodoks / egemen İslam’da yerini Hazreti Muhammed’e, Kur’an’a ve Tevhid İnancına bırakmıştır.
Bunlara ek olarak ruhun ölümsüzlüğü, yeniden diriliş ve Mesih inancının da egemen İslam’da mevcut olduğunu görmekteyiz. Tek farkla ki, İslam’da Mesih inancı Mehdi inancına dönüşmüştür.
Hıristiyanlıktaki iman esasları da içerik olarak daha özgün olmakla birlikte Musevilik ve İslamiyet’le benzerlikler taşımaktadır.
Şimdi gelelim egemen İslam’daki iman esaslarına…
Öncelikle Ortodoks / egemen İslam’ın iki ana kolundan biri olan Sünniliğin inanç ilkelerine bakalım.
Sünnilikte imanın altı koşulu vardır.
Bunlar;
Allah’a inanmak,
Meleklerine inanmak,
Kitaplarına inanmak,
Peygamberlerine inanmak,
Ahirete inanmak,
Kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna ve öldükten sonra dirilmeye inanmak.
Bu altı ilke ile ilgili olarak pek çok tartışma konusu olmakla birlikte en azından zahiren bir birlik bulunmaktadır.
Allah’ın sıfatları, peygamber ve özellikle kader inancı hususunda Sünni ekoller, kimi farklı görüşlere sahiptir. Eş’ari ve Maturidi ekoller yüzyıllardan beri bu farklılıkları aşabilmiş değildirler. Ancak mevcut farklı görüşlere karşın iki ekol de birbirini tekfir etmekten / kâfir ilan etmekten özenle kaçınmaktadır.
Sünnilikteki Eş’ari ve Maturidi ekollerin ihtilaf ettikleri bazı itikadî konular özetle şöyledir:
Eş’arilere göre cüz’i iradeyi Allah yaratır. Maturidîlere göre ise cüz’i iradeyi Allah yaratmaz. Bu yaklaşım Eş’arilerin cebrî çizgiye kaydıklarını gösteriyor.
Eş’arilere göre hüsün ve kubuh, yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu aklen bilinemez. Hüsün ve kubuh, Allah’ın emir ve nehiyleriyle bilinir. Allah bir şeyi emrettiyse o şey iyidir. Allah bir şeyi yasak etti ise o şey kötüdür.
Maturidîlere göre ise hüsün ve kubuh akıl ile idrak olunur. Emir ve nehiy bir şeyin iyi veya kötü olduğuna delalet eder. Herhangi bir şey iyi ise Allah onu emretmiştir. Kötü ise Allah onu yasak etmiştir. Maturidilerin akla önem verdiklerinin göstergelerinden biri olan bu yaklaşım gerçekten dikkat çekicidir.
Eş’ariler, Allah’ı tanımanın şer’an vacip olduğunu söylerler. Maturidîler ise Allah’ı tanımanın aklen vacip olduğu fikrindedirler. Bu konuda Eş’ari anlayış kendisine herhangi bir uyarıcı / peygamber vb. gelmeyen bir kişinin aklıyla Allah’ı tanımasının ve ona iman etmesinin zaruri olmadığını belirtir. Maturidiler ise kendisine peygamber / uyarıcı ulaşmayan kişilerin de akıl yoluyla Tanrı’yı tanımakla yükümlü olduklarını ileri sürerler.
Tekvin:
Eş’ariler tekvini itibarî bir sıfat olarak kabul ederler. Hakikî sıfat olarak kabul etmezler. Maturidîler ise tekvinin, kudret ve irade gibi hakiki bir sıfat olduğunu söylerler.
Eş’arilere göre Tanrı’nın kula gücünün yetmeyeceği şeyleri yüklemesi caizdir. Maturidîlere göre ise Allah’ın kulunu gücü yetmeyeceği şeylerle yükümlü kılması caiz değildir.
Eş’ariler, Allah’ın yaptıklarındaki hikmeti bizim aklımız kavrayamayabilir. “Allah’ın fiilleri için neden aranamaz” derler. Onun fiilleri hikmet ile bağlı da değildir. Çünkü Allah yaptığından sorumlu değildir. Sorumlu olan kullardır.
Maturidîlere göre ise Allah abesten / boş işten münezzehtir. Allah’ın fiilleri hikmeti gereği meydana gelir. Çünkü Allah, Hakîm / hikmet sahibidir, Alîm / bilicidir. Allah tekvinî / yaratılışa ilişkin fiillerinde ve teklifî / yükümlülüğe dair hükümlerinde hikmetini gösterdi ve irade etti. Hâsılı Allah’ın fiilleri hikmeti ile bağlıdır ve fiiller bir sebebe dayanır. Bu, Allah’ın abesle meşgul olmamasının gereğidir. Allah yaptıklarından sorumlu değildir.
Eşariliğe göre ma’duma ezelde ilahî hitap taalluk eder. Buna göre Allah ezelde Mütekellim’dir. Maturidîliğe göre ise Allah ezelde Mütekellim değildir. Çünkü ma’duma ezelde ilahi hitap taalluk etmez.
Eş’arilere göre nübüvvet / peygamberlik için erkeklik şart değildir, kadınlar da peygamber / nebi olabilirler. Nitekim Meryem, Asiye, Sare, Hacer, Havva ve Hazreti Musa’nın annesi nebidirler. Maturidîlere göre ise nübüvvetin şartlarından birisi erkek olmaktır. Kadınlar nebi olamazlar.
Eş’ariler müslüman olmayanların da ibadetle yükümlü olduğu görüşündedirler. Onlara göre gayri müslimler bu nedenle de ceza görürler. Maturidîler ise, Müslüman olmayanların ibadeti ifa ile yükümlü almadıkları görüşündedirler. Onlar küfürden / kâfirliklerinden dolayı ceza görürler fakat ibadeti ifa etmedikleri için cezaya çarptırılmazlar.
Eş’arilerce mürted yeniden imana dönerse amelleri de avdet eder. Maturidîlere göre ise mürted imana dönse de amelleri avdet etmez. Yani Eş’ari anlayışta bir kimse dinden dönüp tekrar imana geldiğinde önceki ibadetleri de geçerlidir. Oysa Maturidiler bunu kabul etmezler. Kişi imana dönse bile ibadetleri dönmez.
Korku ve Umutsuzlukla Yapılan Tevbe / Tevbe-i ye’s:
Eş’arilerce tevbe-i ye’s makbül değildir. Maturidîlere göre ise makbuldür.
Kur’ân:
Eş’arilere göre Kur’ân’ın bazı âyetleri değer bakımından bazılarından büyüktür.
Matüridîlere göre ise büyük olamaz.” (3)
Ortodoks / egemen İslam’ın bir diğer kolu olan Şiilikteki ( Caferilik ) iman ilkelerini de ele almak yerinde olacaktır.
Şii dünyasının en büyük kolu olan İmamiyye ( Caferilik )‘ye göre inanç ilkeleri (usul – u din) şu şekildedir:
İmamiyye, Allah’ın sıfatları konusunda Sünnilikten üç noktada ayrılır. Şiiliğe ( İmamiyye ) göre Tanrı’nın sıfatları Zatının aynıdır. Sünniliğe göre ise Zatının ne aynı ne de gayrıdır; onlar Tanrı’nın kendisini nitelendirdiği sıfatlardır.
Şiiliğe göre Kur’an mahlûktur.(4) Sünnilik ise Kur’an’ın Tanrı’nın sözü / kelamı olduğunu; Tanrı’nın “kelam sıfatı “ nın ise onun ( Tanrı’nın ) kıdemiyle kadim olduğunu ileri sürer. Başka bir deyişle Sünniliğe göre Tanrı’nın ezeli kelam sıfatı vardır; Şiiliğe göre ise Tanrı’nın böyle sıfatı yoktur. Yani Sünnilikte Tanrı, “kadimden beri Konuşan bir Tanrı” iken Şiilikte ise konuşmayan ve kutsal kitapları söyleyen değil yaratan bir Tanrıdır. Daha açık söylemek gerekirse Şiilikte Tanrı’nın kelamı / sözü kadim olmayıp sonradan yaratılan izafi / göreli bir kelamdır.
Yine Şiiliğe göre Tanrı ahirette inananlarca kesinlikle görülmeyecektir. Cennet halkına görüleceğini söyleyen kâfirdir. Oysa Sünniliğe göre Tanrı ahirette inananlarca görülecektir. (5)
Kişinin kâfirliği konusunda en sert ve katı tutumun Haricilikte bulunduğunu da belirtelim. Haricilik, Hazreti Ali, Halife Osman, tahkime katılan hakemler; Amr b. El – As ile Ebu Musa El – Eş’ari’yi, Cemel Savaşına katılan Ayşe ile Talha ve Zubeyr’i ve hakemlerin hükmüne rıza gösteren herkesi kâfir görmektedir. (7)
Bununla birlikte ilkesel anlamda Hariciliğin katılığının en bariz örneği, büyük günah işleyenlerin kâfir görülmesi ilkesidir. İnanç ilkelerinden de öte bir kural olarak böylesi bir ilkenin mevcudiyeti, İslamî akımların küfür konusundaki çelişik, tutarsız ve karmaşık durumunun en net göstergelerinden biri olarak kaydedilmelidir.
İslami akımların iman ve küfür konusundaki tutarsız, çelişik ve karmaşık durumunu örneklemek hususunda yüzlerce veriye başvurmak mümkündür. Ancak biz bu konuda çok ciddi etkileri bulunan Mutezile mezhebinin görüşlerine de yer vererek meseleyi noktalamak arzusundayız.
Mutezile mezhebi beş ilke etrafında teşekkül etmiştir.
Mutezile bu yorumuyla Sünnilikteki kader inancını reddetmiş olmaktadır. Sünniliğe göre de bir iman ilkesini reddettiği için Mutezile akımı küfr içindedir. Mutezile ise kaderi kabul ettiğinden dolayı Sünniliği küfr içinde görmektedir.
Mutezile’ye göre şefaat, kul hakkı konusundaki günâhlarda hiç bir etki icra etmez. Ancak ibadetlerde gösterilen gevşeklikler gibi hakkullaha / Tanrı hakkına taallûk eden günahları hafifletmekte etkili olabilir. Mutezile, Kur’an’daki şefaati nefyeden ayetleri olduğu gibi kabul eder. Şefaati emreden ayeteri ise görüşlerine uygun olarak yorumlar.
4– El-Emr bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehy ani’l – Münker: Bu, iyi ve doğru şeyleri buyurmak, kötü ve çirkin şeyleri ise engellemek ilkesidir. Emir, bir emredicinin yani üstle bulunanın kendinden aşağı derecede olana bir şeyin yapılmasına ilişkin hitabıdır. Nehy ise, üstün durumda olanın, aşağı konumda olan bir kimseden bir şeyi yapmamasını istemesidir. Ma’ruf kelimesine gelince; yapılması gereken iyi bir iş veya eylemdir.
Bu beşinci ilke aşağı yukarı bütün İslam akımlarınca zorunlu görülmektedir. Ancak Sünnilikle Mutezile arasındaki fark şudur:
Genel manada Sünnilik, iyi ve kötü şeylerin şer’an öğretilmiş ve açıklanmış olmasının gerektiğine inanır. Mutezile ise El-Emr bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehy ani’l -Münker’in akıl yolu ile vacip / zorunlu olduğunu iddia eder.
5- El-Menzile beyn el-Menzileteyn (îki menzile arasında orta bir menzile veya makam): Bu ilke Mutezile’nin en dikkat çekici ilkelerindendir. Bu ilkeye göre büyük günah işleyenler ne kâfir, ne de mümindir. Onlar kâfirle mümin arasında manevi bir dereceye sahiptirler. Başka bir deyişle onlar fâsıktırlar. Allah, onların günahlarını bağışlamaz. Tövbe etmeden ölürlerse cehenneme giderler. Ölmeden önce tövbe ederlerse mümin sayılırlar.
Görüleceği üzere İslam mezheplerinin neredeyse tümü kendinden olmayan tüm akımları bir şekilde küfr içinde görmektedir. İslam tarihinde bu sebeple yapılan yüzlerce savaş ve işlenen yüz binlerce cinayet vardır.
İslam akımları içinde en özgün ve en farklı akım Alevilik akımıdır. Bu nedenle İslam akımları birbirlerini tekfir etme konusunda gösterdikleri ödünsüz tutum ve keskin kararlılıktan çok daha fazlasını Alevileri tekfir konusunda göstermişlerdir. Özellikle Osmanlı şeyhülislamlarının Aleviler / Kızılbaşlar hakkında verdikleri fetvalar ve ilan ettikleri tekfir sebepleri son derece ürkütücüdür. Bu nedenle, küfr ve kâfirlik kavramı üzerinde yürütülen siyasî ve teolojik tartışmaların İslam tarihindeki etkilerini sürekli hatırda tutarak güncel dini tartışmalarda daha sağduyulu bir yol izlemek ve kâfir görülenin kâfirliğine saygının da gerekli olduğunu aksi halde sonu gelmez ve bitmez tükenmez kanlı mücadelelerin insan olma vasfımızı zamanla yok edeceğini idrak etmek lâzımdır.
Hakikat o ki, müminlere göre, gerçek kâfirin kim olduğunu yalnızca Allah bilebilir. Her din ve mezhep ve hatta her dinsel akım kendisi dışındakileri tekfir etmeyi (İslam dışı saymayı) kendi meşruiyeti için bir gereklilik olarak görmüştür. Zaman zaman bu gerekliliğin üzeri örtülse de örtünün altındaki nesnenin mevcudiyeti doğal olarak inkâr edilemezdir.
İslam tarihine baktığımızda görüyoruz ki kâfirlikle suçlanmayan neredeyse hiç kimse yoktur.
İslam tarihinde kâfirlik yahut dinsizlikle suçlanan ilk kişi bizzat İslam’ın peygamberi olan Hazreti Muhammed’dir. Ne var ki onu şirk dininin temsilcileri bu şekilde suçlamışlardır.
Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan’ın gözünde Hazreti Muhammed şirk dinini reddedip tevhid dini olan İslam’ı tebliğ ettiği için dinsiz ve kâfir görülmüştür. Hatta kaynaklar, Bedir Savaşı öncesi Ebu Cehil’in Hazreti Muhammed ve Müslümanlara yönelik olarak mealen şöyle dua ettiğini aktarıyor:
“Ey Allah’ım, bizimle akrabalık ilişkisini kesen, bize bilmediğimiz (senin dinine aykırı) şeyler getiren bu dinsizleri (kâfirleri), bu mal mülk düşmanlarını helak eyle!” (8)
İslam tarihinde kâfirlikle suçlananlar diye bir liste oluştursak ikinci sıraya kesinlikle Hazreti Ali konulur. Hazreti Muhammed’den sonra İslam’ın en önemli kişisi olan Hazreti Ali, Hariciler ve Muaviye taraftarlarınca kâfirlikle suçlanmıştır.
Büyük İslam bilgini İmamı Azam Ebu Hanife de kâfirlikle suçlanmıştır. Hatta Ebu Hanife deccal diye de suçlanmıştır. Ona yönelik suçlamalar arasında din tahripçisi, mülhidlik, zındıklık, fasıklık gibi ithamlar da vardır. Hatta muhaddis Buhari tarafından bile Ebu Hanife’ye bu sıfatlardan bazıları yüklenmiştir. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için merhum Yaşar Nuri Öztürk’ün “İmamı Azam Ebu Hanife” adlı kitabına bakılabilir.
Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii, İmam Malik’in öğrencileri tarafından tekfir edilip / kafir ilan edilip dövülerek öldürülmüştür.
Öte yandan fukahanın ( İslam fıkıh bilginleri) ekserisi tarafından İslam sufilerinin çoğunun tekfir edildiğini de ilave edelim.
Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimî, Şeyh Bedrettin ve daha niceleri…
Osmanlı Şeyhulislamlarından Ebussuud tarafından Yunus Emre’nin de tekfir edildiğini, hatta onun, Yunus’un şiirlerini okuyanların da kâfir olacağı şeklinde fetva verdiğini anımsatalım.
Tekfir konusundaki en ünlü tarihsel olaylardan biri de Gazalî’nin İslam filozoflarını tekfiri hadisesidir. Gazalî’nin “Tehafüt’ül- Felasife” / “Filozofların Tutarsızlığı” adlı kitabı bu konudaki en ilginç çalışmalardan biridir.
Tarihte haksız yere tekfire uğrayan kişileri yazmaya ve saymaya kalksak, bu konuda hacimli bir kitap yazacak denli veriye sahip olabiliriz.
Lakin biz son olarak öteden beri gerici, dinci çevrelerin hedefe oturttuğu, tekfir ettiği hatta tekfirden de öte doğrudan doğruya DECCAL diye nitelediği büyük Atatürk hakkında da, bu konu bağlamında birkaç kelam edelim.
Türkiye’deki cemaat ve tarikatlarla gerici çevrelerin tümü görüş birliği içinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, kâfir, din düşmanı, zındık, deccal gibi nitelemelerde bulunurlar. Bunu çoğunlukla kapalı devre toplantılarda yaparlar. Ancak zaman zaman, imaen de olsa bir kısım dinci gerici yayınlarda da benzer ithamlara rast gelmek olasıdır. Söz gelimi, Said-i Nursi’nin kimi risalelerinde kıyamet alametleri bahsi işlenirken deccal meselesi bağlamında büyük Atatürk çeşitli tariflerle itham edilir.
Gerçek şu ki büyük Atatürk hakkındaki bu sapkın inanışların ve suçlamaların hiçbir değeri, önemi ve gerçekliği yoktur. Hatta bunu söylemek, yazmak bile aslında zaittir.
Biz bu türden iddialara karşı Pakistan’ın kurucusu ve milli kahramanı olan Muhammed Ali Cinnah’ın, Atatürk’ün ölümü üzerine söylediği şu sözleriyle yanıt vermiş olalım:
“Mustafa Kemal Atatürk, modern İslam dünyasındaki en büyük Müslümandı ve ben eminim ki bütün Müslüman dünyası onun ölümünü derinden hissedecektir.”
Gerçeği bir kez daha ifade edelim ki, küfür kavramı tam anlamıyla görelidir. Tüm boyutları bağlamında herkesçe üzerinde uzlaşı sağlanmış bir küfür kavramı / kâfirlik mefhumundan bahsetmek son derece zordur.
O halde herkesin inancı kendine diyerek bir Kur’an ayetiyle konuyu sonlandıralım:
“Leküm diynüküm veliye diyn..” (9)
“Sizin dininiz / inancınız size, benim dinim / inancım bana…”
CEMİL KILIÇ
Dipnotlar:
İstanbul’da doğdu. Sinop Gerze nüfusuna kayıtlıdır.
İlköğrenimini Sinop ve İstanbul’da tamamladı. İstanbul’da Küçükköy İmam Hatip Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Kelam ve İslam Felsefesi Bölümü’nü bitirdi.1998 yılında aynı üniversitenin Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü, Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji Anabilim Dalında Yüksek Lisans eğitimine başladı.1999 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğine atandı. 2001 yılında; “Ümmet Sisteminden Ulus Devlete Geçişte Harf İnkılabının Kültürel Değişim Üzerine Etkileri” teziyle Yüksek Lisans eğitimini tamamladı.
2001- 2002 yıllarında askerlik görevini yaptı.
2006 yılında Eğitim İş Sendikası İstanbul örgütlenmesine katıldı. O yıldan bu yana Eğitim İş şube yönetim kurullarında yönetici olarak görev almaktadır.
Atatürkçü Düşünce Derneği Fatih Şubesinin kurucuları arasında yer aldı. Derneğe üyeliği devam etmektedir.
Yurt içi ve yurt dışında pek çok panel, konferans ve sempozyuma konuşmacı olarak katıldı, katılıyor.
Pek çok gazete demeçleri yayımlandı. ODATV, gerçek gündem, medya siyaset başta olmak üzere bazı internet sitelerinde yazıları yayımlanmaktadır. Din, laiklik, İslam mezhepleri ve Alevilik üzerine televizyon ve radyo programlarına katıldı. Halk TV, Ulusal Kanal, Cem TV, Yol TV, KRT TV, TELE 1 gibi yayın organlarındaki söyleşi programlarında konuşmacı olarak yer aldı.
CEM VAKFI tarafından AİHM’de açılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile ilgili davada yer aldı. Mahkemenin gerekçeli kararında söz konusu derslere dair hazırladığı bir rapora yer verildi.
13 Ağustos 2017 tarihinde “Atatürkçü, Cumhuriyetçi İlahiyatçılar” adıyla kurulan oluşuma öncülük etti. Oluşum aynı tarihte yayımladığı bildirgeyle laiklik çağrısında bulundu. 20 Eylül 2017 tarihinde yayımlanan ikinci bildirgede ise Diyanet İşleri Başkanlığına laiklik görevini yerine getirme çağrısında bulunuldu.
15 Ocak 2019 tarihinde görevinden uzaklaştırıldı (Açığa alındı).
Mayıs 2019’da yeniden göreve iade edildi. Halen eğitimcilik görevine devam etmektedir.
İki yıl boyunca TELE 1 ekranlarında “Karanlıktan Aydınlığa” adlı bir program yaptı.
Mayıs 2018 tarihinde “İslam Bu- Muhammedî İslam” adlı kitabı yayımlandı.
Haziran 2019’da “İslam’a Kurulan Pusu: Kur’an İle Aldatmak” adlı kitabı yayımlandı.
Mayıs 2020’de “Cami ve Siyaset” adlı kitabı yayımlandı.
Evli ve BUMİN KAĞAN adında bir oğlu vardır.