Katar’ın Türkiye’de yatırım yapmasına karşı çıkılması, kasıtlı olarak, sermaye ve Arap karşıtlığı ile damgalanmaya, böylece, işin özünün kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya çalışılıyor. Olayı nesnel ölçülere göre değerlendirmek gerekiyor.
Her ülke yabancı ülkelerle ekonomik, ticari ve yatırım ilişkilerini artırmak için çalışma yapar. Bu husus, Türkiye gibi iç tasarruf yetersizliği olan ülkeler bakımından özellikle önem taşır. Hal böyle olunca, Katar’ın veya başka bir devletin Türkiye’de yatırım yapmasında, ilke olarak, yadırganacak bir durum olmadığı gibi, bundan memnuniyet de duymak gerekir.
Hidrokarbon gelirleri dolayısıyla Körfez ülkelerinde biriken yüz milyarlarca dolar paranın çeşitli -ağırlıklı olarak batılı- ülkelerde yapılan yatırımlarda değerlendirildiği biliniyor. Ülkeler, bu paranın yapacağı yatırımlardan pay almak için küresel ölçekte yarışıyor.
Bir örnek olarak, Mercedes Benz’in bağlı olduğu Daimler Holding’in hisselerinin yüzde 7’ye yakın kısmının Kuveyt Yatırım İdaresine ait olduğu anımsatılabilir.
O halde Katar’ın Türkiye’de yatırım yapmasındaki sorun nedir? Sorunları Katar özelinde ve Körfez sermayesi genelinde irdelemek gerekir.
Bağımsızlığına önem veren hiçbir devlet stratejik alanlarını, sermayenin kaynağı ülkeden bağımsız olarak, yabancı yatırımlara açmaz. Bu alanlar arasında savunma sanayi, haberleşme sektörü, limanlar öncelikle yer alır. Yabancı yatırımın ülkede ilave istihdam yaratıcı alanlara yönelmesinin sağlanması esastır. Yatırım ilişkisi tamamen saydam ve rekabet kurallarına uygun olarak geliştirilmelidir. Bu hususun kamuya ait değerlerin satışı sırasında gözetilmesi özellikle önem taşır. Yabancı sermayenin herhangi bir alanda tekelleşmemesine de dikkat edilir.
Yabancıların gayrimenkule yatırım yapmaları ise ayrı bir bahistir. Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan karşılıklılık ilkesi, AKP iktidarı tarafından yapılan bir yasal değişiklikle 2012 yılında kaldırılmıştır. Önceden kendi ülkelerinde TC vatandaşlarına gayrimenkul edinme hakkı tanımayan, dolayısıyla, Türkiye’de gayrimenkul satın alamayan Körfez ülkelerinin vatandaşlarının ülkemizde gayrimenkul almaları böylece mümkün hale gelmiştir.
Katar bakımından sorun, yukarıda özetlenen genel ilkelerin hiçbirisine uyulmamış olmasıdır. Öyle olunca, bu ülkeye haksız yere çıkarlar sağlandığı kuşkusu inandırıcılık kazanıyor.
Savunma sanayi ve limanlar gibi stratejik alanlar Katar sermayesine açılmıştır. Katar ile parasal ilişkiler saydamlıktan tamamen uzaktır. İlişkiler, kurumlar arası değil, Sn. Cumhurbaşkanı ile Katar Emiri’nin kişisel dostluğu üzerinden kapalı devre yürütülmektedir. Emir’in Cumhurbaşkanı’na değeri yarım milyar dolar olduğu bildirilen bir uçak hediye etmiş olması “ne karşılığı” sorusunu akla getirmekte ve ilişkilerdeki kuşku unsurunu artırmaktadır. Bu konularda sorulan sorulara yanıt verilmemektedir. Katar sermayesine yapılan devirlerin ihalesiz gerçekleştirildiği ve rekabetçiliğin söz konusu olmadığı açıktır. Nelerin kaça satıldığı da tam olarak belli değildir. Hazır ve verimli alanlar yanında, gayrimenkule yönelen yatırımların ilave istihdam yaratma özelliği de yoktur. Şeffaflık eksikliğinden, belirli alanlarda tekelleşmenin olup olmadığı bilinemediği gibi, Türkiye’ye aktarılan sermayeye bağlı siyasal veya ulusal çıkarlarımıza aykırı başka koşullar var mıdır, o da belli değildir.
Gayrimenkul alımlarında da saydamlık yoktur. O kadar ki, Kanal İstanbul güzergahında Katar ve diğer Körfez ülkelerinin vatandaşlarının büyük alımlar yaptığının kamuoyuna yansıması üzerine, bakanlık, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin tapu kayıtlarına erişimini engellemiştir. Körfez sermayesinin çok hassas olan Hatay ilimizde geniş toprak alımı yaptığına ilişkin iddialara da tatmin edici biçimde yanıt verilmemiştir.
Katar’a yapılan satışlar bağlamındaki tartışmalarda deniliyor ki, “Batı ülkelerinden sermaye gelince ses çıkarmayanlar, Katar yatırım yapınca neden yaygara koparıyor?” Oysa sorun sermayenin kaynağının Katar olması değil, saydamlıktan uzak, gölgeli ve kuşku uyandıran tablonun bütünüdür. Bu tablo batı ülkelerinden gelen sermaye bakımından yaşansa, ona da karşı çıkılır. Ancak, açık rejimlerle yönetilen demokratik ülkelerle böyle gölgeli ilişkiler zaten kurulamaz. Katar ile ilişkiler şeffaf olsa, tartışma da olmaz.
CB, yeri geldikçe “paranın rengi ve dini yoktur, para paradır” diyor. CHP genel başkanı da son grup toplantısında bu ifadeye katıldı. Oysa bu söz bir aldatmadan ibarettir. Paranın rengi de, dini de pekala olur. Örneğin, sermayenin siyasi hedeflere ulaşılması için manivela olarak kullanılabildiği iyi bilinen bir husustur. Körfez kaynaklı bazı sermaye grupları sadece İslam dini ile ilintili alanlara yatırım yapar. “Faizsiz bankacılık” yaptıklarını iddia eden Türkiye’deki ilk “katılım bankaları” 1980’lerde gelen bu tip Körfez sermayesi katkısı ile kurulmuştur.
Paranın dini yoksa, örneğin, Türkiye’de dini duyarlılığı olduğu bilinen bir işadamları derneği neden vardır? “Kara para” veya “yeşil sermaye” gibi tanımlar boşuna icat edilmiş değildir.
Körfez’de birikmiş paraların önemli bölümünü dinci kuruluşların kontrolündedir. Bu kuruluşlar, ellerindeki bu büyük imkanı, öncelikle nüfusu Müslüman olan ülkelerde, Körfez’in radikal dinci anlayışını yerleştirmek ve ilerletmek için de kullanırlar. Müslüman ülkeler arasında tek olan Türkiye’deki laik rejimin yıkılması, bu çevrelerin öncelikli hedefidir. Katar’ın getirdiği sermayenin kaynağının ve yapılacak yatırımların tamamen saydam olması o bakımdan da önemlidir. O nedenle, CHP genel başkanının yaptığı gibi, “paranın dini yoktur” sözüne inanmak, en hafifinden ihtiyatsız bir tavırdır.